06 Eki 2019
Kardelen Uysal

İnanç Avadit: Mücadele etmiyoruz, sadece mızmızlanıyoruz

 

İnanç Avadit’in Buradan Kurtulmak Bize Kaldı adlı şiir kitabı içinde yaşadığımız dünyanın gerçeklerini, gerçekleştiremediklerini, ağıdını, karanlığını, ilerleme sandığımız yozluklarını, dehlizlerini suratınıza çarpan bir kitap. Derinden derinden sallıyor İnanç’ın kitabı. Dalgakıranlarınızı yok ediyor, içinde yaşadığınız dünyayla baş başa bırakıyor. "Bir sabahlık doğmamış güneşler sipariş eden", "Delirdim kendimi", "Gözlerinin geçmişinden öpüyorum" diyen bir adamın kitabı, Buradan Kurtulmak Bize Kaldı. Güzel haber; İnanç Avadit’in yeni şiir kitabı Canavar Kalbi Monokl Yayınları tarafından çıktı. Kendisi aynı zamanda fotoğraf da çekiyor. Yazı ile fotoğrafın birbirini beslediği noktaları, kitabın ismini aldığı olayı, delirmenin önüne koyduğumuz bariyerleri konuştuk

 

Bir yandan metin yazarlığı yapıyorsun diye biliyorum. Metin yazarlığı yapmak normal yazılarını etkiliyor mu? Bir beslenme durumu ya da kısırlaşmaya neden oluyor mu?

Yazı yazarken her şeyden besleniyorsun aslında. Metin yazarlığı zamanından alıyor. Metin yazarlığı yaptığın için körelmiyorsun ama metin yazarlığı yapmak zamanını alıyor.

Beslendiğin kaynaklar neler? 

Her şeyden besleniyorum. İnternette çok fazla çevrim içiyim. Twitter’dan, kitaplardan çok besleniyorum. Kirletici Azog diye bir şiir var kitabın içinde. Hobbit filmindeki bir karakter, Kirletici Azog. Kirletici Azog, Türkiye’yle özdeşleştirdiğim bir şey oldu. O şiiri de bu yüzden yazdım. Bunun gibi beslenme durumları da var. 

Kitap, ismini And Dağları Uçak Kazası'nın kazazedelerinden Nicolich’in kurduğu bir cümleden almış. Bir nedeni var mı bunun? 

Buradaki şiirlerin 5-6 tanesi hariç Natama ve birkaç dergiye yazdığım şiirler. Onların toplaması gibi bir şey ama kitaplaşacağı zaman 5-6 tane daha şiir yazdım. O zamana kadar kitabın adı yoktu. Evde oturup kazayı anlatan "Alive" adlı filmi izlerken, o lafın geçtiği sahne geldi. Nicolich oraya çıktı, “Buradan kurtulmak bize kaldı” dediğinde ben kaldım zaten öyle. Kitapla da özdeşleştirdim o anda. Yani kitabın adını koyup sonra şiirleri yazmadım. Kitap bitti, bir süre bekledi ondan sonra isim geldi. Hatta deneysel bir durum var zannedildi; o uçak kazasının üzerine şiirleri yazmışım gibi… Şiirleri yazdım, hikayeyi gördüm, örtüştüklerini görüp ikisini birleştirdim. 

Bu kitap ne için yazıldı? Rahatsız etmek, güvenli bölgeden çıkarmak, düşündürmek, dertleşmek? Bu kitabı okuyanların ne hissetmelerini istiyorsun?

Şiir yazarken zaten rahatsız etmek gibi bir amacım hep var. Manipülatif bir tarafım hep mevcut. Kışkırtmayı seviyorum, ajitasyondan hoşlanıyorum biraz. Eski bir solcu tekniğidir aslında ajitasyon. Burayı anlattım ama kurtulmanın reçetesi hiçbirimizde yok, şu anda tabii. Sadece burayı ve buranın kurtulunması gereken bir yer olduğunu anlatmaya çalıştım. Mümkün mü değil mi bilmiyorum ama anlatmaya da devam ediyorum şimdilik. 

Konuşma adlı şiirinde “Dışarıda insanlar ölürken, duvarlar kan geçirmiyor diye ağlamıyoruz gürül gürül” yazmışsın. Bu tip yabancılaşma hislerimizin arkasında neler var sence? Yabancılaşmak sistematik olarak hayatın bize yaptığı bir şey mi yoksa kendiliğinden olan bir şey mi? 

Hayat yapıyor. Büyük ihtimalle eskiden yoktu böyle bir şey. Hatta sıkılmanın tarihi üzerine kitaplar var. Belki sıkılmak dediğimiz şey 300-500 yıllık belki de daha yeni bir şeydir. Sanayi Devrimi döneminden sonra bile ortaya çıkmış olabilir. Şu anda sıkılan insanlarız. O sıkılmak bizi dünyaya biraz yabancılaştırıyor. Sadece sıkılmak da değil tabii, çok fazla bilgi kirliliği, enformasyon var. Sürekli bir şeylere maruz kalıyoruz, sürekli uyaranlar var.

Çalışırken ne yaptığımızı bilmiyoruz. Mesela metin yazarlığı yapıyoruz ama sadece para kazanmak için yaptığımız bir şey. Fabrikada bantta çalışan adam da fırında ekmek yapan adam da yabancı. Bir şey yapıyoruz ama neden yapıyoruz, amacı ne, ne yararımız var bilmiyoruz. O da bir yabancılaşma oluşturuyor bence. Bizim yabancılaşmamızın kaynağı ne yaptığımızı bilmememiz gibi bir şey. İstediğimiz şeyleri yapamıyoruz çünkü. Bir şeylere zorlanıyoruz sürekli.

Askıda Ters adlı şiirinde “Aklımı asla oynatamayacak kadar sefillerdenim ben de” demişsin. Delirmenin –tımarhaneye kapatılacak kadar delirmekten bahsetmiyorum- cesaretle ilgisi var mı sence? Bir imaj kaygısı olarak da konumlayabilir miyiz delirmenin önüne koyduğumuz bariyerleri? 

Henry David Thoreau’nun şöyle bir sözü var: “Eğer devlet mekanizması bir başkasına adaletsizliğin aracı olmanı istiyorsa, hukuku çiğne derim.” Aslında orada delirmek dediğim şey bununla ilgili bir durum. Buna, olanlara katlanıyoruz. Sürekli olarak, dışarıda olan insanlar olarak katlanıyoruz. Devamlı şikayet ediyoruz, mızmızlanıyoruz ama katlanmaya devam ediyoruz. Bunun içinde bir sefalet var. Delirip, çıldırıp birilerine küfretmeden yaşamaya devam ediyoruz. Dışarıdayız, buradayız, mücadele etmiyoruz. Sadece mızmızlanıyoruz. Oradaki sefalet, o sefalet aslında; bizim mücadeleci olmamamızın sefaleti. 

Eleştirel Kültür (EK) adlı dergide B. Sadık Albayrak, 2000’ler Şiiri ya da Şiir Nasıl Okunmamalı? başlıklı yazında “şiir yanlış bir okuma ile okunabilir” diyorsun. Bunu biraz anlatır mısın? 

Sadece yanlış okuma değil tabii. Ben bir şey yazıyorum, sen okuduğunda başka bir şey anlayabiliyorsun doğal olarak. Hatta bir söz var: “İletişim, yanlış anlama üzerine kuruludur” diye. Onunla ilgili durum şiirde de var. Ben bir şey anlatıyorum ama karşı taraf benim anlattığımı da anlayabilir ama yanlış anlaması da mümkün. Her yanlış anlamada yeni bir şiir de ortaya çıkmış oluyor.

Sadık Albayrak biraz muhafazakar bir abimiz. Soldan bakıyor dünyaya ancak biraz eski soldan bakıyor. “Şiir böyle yazılır, böyle okunur gibi bir reçetesi var” ama öyle bir formül de reçete de hiçbir zaman olmadı dünyada.

Sence okurlar senin şiirlerini nasıl okumalı?

Ben daha kolay, anlaşılır bir şiir yazıyorum. Algıyla, kelimelerle çok fazla oynamıyorum. Dezenformasyona çok fazla gitmiyorum. Politik bir derdim, sıkıntım var. Dünyadan sıkılıyorum, yabancılaşmışım. Bir sürü sorun var. O sorunun şiirini yazıyorum. Hatta Alper Öz Artfulliving’de yazmıştı: “Bir dert üzerine kurulmuş tüm şiirler” diye. O dert üzerine kurulunca daha açıkça anlaşılan şiirler yazmaya çalışıyorum. Bu yüzden, yanlış anlaşılmalara açık bir şiir değilmiş gibi geliyor bana.(Gülüşmeler)  

Yazdıkça dertlerine biraz derman buluyor musun?

Hayır. Durum da daha kötü olmuyor ama. Daha kötü olsa delirmiş olurdum zaten şimdiye kadar. (Gülüyor) Onu bir sınırda tutuyorum. Akşamları biraz içerek rahatlıyoruz sanırım. Şimdilik böyle…

Aynı zamanda fotoğraf çekiyorsun. Yazı ile fotoğrafın birbirini beslediği noktalar var mı?

Yazdıklarımı okuyan, fotoğrafları gören birkaç kişi “Yazdıklarının fotoğrafını çekiyorsun” yorumunu yapmıştı. Tersi de tamamen doğru tabii. Yazmak baktığın, maruz kaldığın dünyanın fotoğrafını çekmek aslında. Sanırım belirli birtakım duyguların, konuların peşinde koşuyorum. O duyguyu, konuyu yakaladığımda da bu ya yazıya dökülüyor ya da fotoğraf haline geliyor. Birbirini beslemekten öte bir ilişki var sanırım ikisi arasında.

Fotoğrafla ilgili workshoplar da düzenliyorsun. Tekrar ne zaman düzenleyeceksin? 

Workshop’tan ziyade bireysel dersler demek daha doğru olur sanırım. Fotoğrafa giriş temel eğitimi almak isteyen olursa fotoğrafın tarihi, makinenin pratik kullanımı, kadraj duygusu, kişinin neyi nasıl çekmek istediğine dair konuşmalar etrafında dönen bireysel bir atölye olduğunu söyleyebilirim.

Gölgeler, yağmurlar, binalar, yalnız sandalyeler, cansız mankenler ve insanlar göze çarpıyor fotoğraflarında. Şehir ve şehirdekiler göze çarpıyor senin fotoğraflarında. Ana konun ne çektiğin fotoğraflarda?

Şehrin sürekli değişen, bana biraz kederli gelen bir tarafı var. Fotoğrafın belgesel yanına da çok değer veriyorum. Türkiye’de şehrin değişimi bariz bir biçimde kayıplar üzerinden yaşanıyor. Geçmişi koruma içgüdüsü geliştirememiş bir toplumda yaşadığımız için bütün bu saydığım şeyleri birleştirip o anı çekiyorum. Tabii bazen dediğin gibi sadece bir sandalyeyi de çektiğim oluyor. Nesnelere, eşyalara karşı fazladan bir ilgi duyduğum için o anda dikkatimi çeken duruşları da belgeliyorum diyelim. 

Ekipmanın hakkında bilgi verir misin?

Öyle çok gelişmiş bir ekipman kullanmıyorum. İyi bir makineye değil, iyi bir ayakkabıya ihtiyacınız var diye bir fotoğrafçı klişesi vardır. O ana, kareye rastladığınızda telefon bile yeterli olabiliyor bazen. Ama 50 mm lensle fotoğraf çekmeyi ayrı bir seviyorum. Çektiğim kareleri daha gerçekçi hale getirdiğine dair boş bir inancım var diyebilirim.

Çektiğin bir fotoğrafı iyi olarak değerlendirmen için ne gerekiyor? 

Geçtiğimiz yılın sonunda Mimarlar Odasında Kazı isimli bir sergim oldu. Dört yıl boyunca çektiğim fotoğraflardan oluşan bir seçkiydi. Sergiyi tesadüfen gezen bir arkadaşım “sanatsal olmaktan uzak, şehir neyse onu göstermeye çalışmışsın” diye bir yorum yapmıştı. Herhangi bir duyguyu tetikleyen ama şehri de bozmayan bir fotoğraf çekmeyi başardığımda “tamam, bu oldu” diyebiliyorum. İyi olup olmadığı benden bağımsız olarak fotoğrafa bakana kalıyor tabii. 

Son olarak çekmeyi hayal ettiğin bir fotoğraf var mı? 

Hayalden öte birkaç proje var kafamda ama henüz hayata geçirmek için herhangi bir girişimde bulunmadım. Aslında Türkiye’nin henüz yeterince belgelenmediğini düşünüyorum. Bir gün fırsatım ve olanağım olursa Türkiye turuna çıkıp fotoğraf çekmeyi çok isterim

"görüyorsun ya inanıyorum sana

ben göğe bakmanın acemisi

yakubun yektanın ruhinin yalancısı

 

kendisinin üç metre ötesine düşmüş bir adam düşün

o ben değilim işte

gözlerim sağlam, migrenim yok

aklımı asla oynatmayacak kadar sefillerdenim ben de"

 

İnanç Avadit'in çektiği fotoğrafları buradan, yazılarını ise şu adresten takip edebilirsiniz.