15 May 2019
Kardelen Uysal

Lüleburgaz Trockyablues: "Ses'e Hürmetimiz Vardır"

Lüleburgaz Trockyablues, kendi eğlencesine izleyicileri ortak eden 21 yıllık bir müzik grubu. Doğaçlamalara dayanan enstrümantal müzikler yapan grup, Balkan-Trakya ekseninden semah ve zeybeklere, türkülere uzanıyor. Yemen Türküsü’nden Kalinka’ya geniş bir ses coğrafyasında solalarla  besleniyor. Kendi deyişleriyle “şarkıcıyı değil, şarkıyı” seviyorlar. Grubun mottosu: “Roman değil ensTRoman müziği”. 

Önce ses’in kendisine, sonra bestekar, müzisyen, şair ve söz yazarlarına hürmet eden bir grup Trockyablues. Çocuklara elleriyle, sesleriyle, sazlarıyla anılar yaratan, geleneğe yaslanan, kimi zaman seyirciyi konserin öznesi haline getiren, mahalleden çıkıp gelen... Kendi mutlulukları için müzik yapan, müziğin de müzisyenin de sahiciliğini seyirciye hissettiren Trockyablues, 18 Mayıs Cumartesi günü saat 21.00’de İzmir İsmet İnönü Sanat Merkezi’nde  konser verecek. Biletlerinizi Biletix üzerinden ya da Truva Gümüş ( Kemeraltı Kızlarağası Hanı) , Duvar Kitabevi (Konak),  Mare Cafe, Karınca Giyim, Kabuk Kitabevi ( Alsancak) Karşıyaka Tarım ( Tiyatro Sokağı 62-C) ve  Plakevi Teleskop’tan (Bornova) alabilirsiniz.

Trockyablues’un sosyal medya hesapları ise şöyle: FacebookInstagramYouTubeSoundcloud.

1999’dan bu yana yurtiçi ve yurtdışında pek çok yerde sahne alan grubun kurucusu İbrahim Metin Baltacı ile “kaygısız müzik yapmak nedir, hafızaya ve geleneğe yaslanmak neden önemlidir, sahneye taşınan  “vefa” nedir?” ve daha da fazlasını konuştuk. Buyrun:  

 

 

Sahnede Lüleburgaz Trockyablues üyeleri var. Altı kişi yanyana ayakta durmuş alkışlıyorlar. Arkalarındaki perdede de yine grubun enstrümanlarıyla verdiği bir poz var. 

Trakyagezi’ye verdiğiniz röportajda “kaygısız bir müzik yapmak” tan söz ediyorsunuz. Nedir kaygısız müzik yapmak?

Bu aslında çaldığımız müziğin kendisi değil de müzisyenin ruh halini anlatan bir ifadeydi benim için. Müzisyenlerin en çok problem yaşadığı şey formların içinde kalmak, “müşteriye çalmak..”  Geçim sağlamak için de böyle bir zorunluluk var. Adam flamenkoya ömrünü vermiş ama gidip bir popçunun arkasında ya da bir televizyonun “sabah şekerleri”nde çalmak zorunda kalıyor. Bunu ifade etmek için söylemiştim.

Bir ana gövde üzerinde, bir parçanın müzisyenlerin serbest çalımlarına imkan sağlamak, kendi sınırlarında dolaşmasını izlemek. Bunu her iki anlamda da seyir etmek.. hem bunu seyretmek hem de müzisyenin bu seyir edişini, bu yolculuğunu gözlemek belki. Trockyablues bu açıdan şöyle bir imkan sağlıyor: Bizim formel müziklerimizde halk müziğinde bir form var: Başlıyor, söz giriyor, nakarat giriyor, söz giriyor, tekrar  ve bitiyor dolayısıyla uzun doğaçlamalar “form”da yer bulamıyor. Söz üzerine oturduğundan çalgı’yı pek seslemiyor. Geleneksel bu. Uzun havalar, açışlar  kısmen bu tip çalımlara yol vermeye daha yatkın. Çalgı müziği dah a çok “oyunhavası”, “düğün”, “eğlence” üzerinde duruyor. Bunun dışında emprovize bir çalıma denk gelmiyorsunuz. Türk sanat müziğinde ise “taksim” formu buna kısmen imkan sağlıyor. İşte biz bunu Trockyablues’da soloların/çalgıların lehine ve halk müziğine yaslanarak biraz zorluyoruz. Parçanın ana gövdesi üzerinden müzisyenlerin o ses coğrafyasında özgür çalımlar yapmasını arzu ediyoruz. Burada dinleyici yitirme riski var tabii. Halk müziğinden yürüyorsanız dinleyici için sadece düğünle ilişkilendirilen, düğünde duran bir şeyi dinlemeye davet ediyorsunuz onları.  Dinleyici, bir müzik varsa sözü de olsun istiyor. Müziği geçim kaynağı olarak düşünüyorsanız bunu yapmanız zor. Onlara enstrümantal bir müzik sunuyorsunuz, “dinleyelim mi?” diyorsunuz. Dolayısıyla konserlerde onları işin içine katarak, müzisyenlere omuz vermeye davet etmek gerekiyor.

Bizde kimse geçimini Trockyablues’dan sağlamadığı için bunu yapmak kolay oluyor. Trockyablues bizim kendi dükkanımız gibi, müşteriye değil kendi kendine çalan bir grup. E neden izleyiciye çalıyoruz o zaman? Bizim gibi düşünen seyirciler var. Kendisini bizim yaptığımız müziğin dünyasına ait hisseden dinleyiciler var. Bir şekilde onlarla karşılaşmak, karşılıklı demokratik bir hak gibi görünüyor. O dediğim kaygısızlık bunlar üzerine kurulu bir şey. Müzisyenlerin serbest dolaşmaları, özgür çalmaları, biraz düğün biraz gelenekten, enstrümanlara hakimiyetlerini sergileme imkanları ve bunun toplamının yarattığı etkideki “sahilik” duygusu.. Olup biten “essah” bir şey yani.Konservatif, steril, programlı bir şey değil çok kendiliğinden bir şey. Dalgalanmaları olan, çok akışkan, bana göre çok eğlenceli, öte yandan yer yer hüzünlü temaların da yer aldığı, doğaçlamaların çok olduğu, geleneksele yaslanan bir grup.

Grubun adındaki  “Lüleburgaz” yerimizi imliyor, evimizi. “Trockya” ise okunuşuyla coğrafyamızı, kaligrafik olarak da “rock”ı tınlatması önemli. “Blues” ise -en çok- merkezde olmadığını, merkeze mesafesini, taşrayı işaretliyor. Bir yandan Balkan, Trakya coğrafyası diğer yandan da Anadolu Semah ve Zeybek geleneğinin içinde dolaştığımızı düşünüyorum. Konserlerde bu çeşitliliği yansıtabiliyoruz; bağlama, kemança, tambura, gadulka çalındığı oluyor. Keman , klarnet, zurna ve piyano ve gitarlar..

 

 

Müziğinizde “solist-star” yok, siz solisti değil sesi ön plana çıkarıyorsunuz. Neden?

Grubun inşası da böyle. Genelde “bilmem kim ve arkadaşları” olur. Önde bir star vardır, arkada da derya deniz müzisyenler vardır ama adları bile geçmez. Söz üzerine kurulu bir müzik olduğu için star-solist sistemi vardır. Türkiye’deki müzik endüstrisinin oturduğu temel bu. Solistsiz gruplar marjinal kalıyorlar ya da daha merkezde olmayan müziklerle uğraşıyorlar. Bizim grupta ise müzisyenlerin soloları tek tek var, tek teklerden oluşan bir biz, bir grup ruhu mevcut.

Hep yan yana, bir hilal şeklinde oturuyoruz. Kendi arasında meşk eden müzisyenler gibi oturuyoruz ve bu hissin seyirciye de geçmesini umut ediyoruz. Çoğunlukla bir patron, solist ya da star vardır, bu kişiler diğer müzisyen arkadaşlarını işçi olarak çalıştırır; kendisi para alır, arkadaşlarına yevmiye verir. Bizim grubumuzda ise ortak kasa var. Yol masrafları, yolda yenilen içilenler düşülür, geri kalan eşit bir biçimde paylaşılır. Herkesin gücü ve emeği oranında katkıda bulunduğu bu sofra, programın kendisine de yansıyor. Enstrüman müziği üzerine yürüdüğümüz, hiçbir enstrümanın da kendi içinde yıldızlaşmadığı, herkesin neredeyse eşit sololar aldığı çalımlarımız  var. Hep birlikte daha güçlüyüz. Yaptığımız işin tam anlamı budur.  

İnsanların alışkanlıklarını, beklentilerini, zevklerini hesaba katmamak sorun olmuyor mu?

Müzik endüstrisinin genel dinleyici tipini rahatsız eden bir yönü var, evet. Ama bu tarz müziklere ilgi duyan da hatırı sayılır bir dinleyici topluluğu var. Onlar için çok doğru bir grubuz. Dinleyici açık alanlarda verdiğimiz konserlerde  -festivaller, üniversite şenlikleri gibi-  izleyici gelir bakar dinler ya da gider.. iradesi budur. Salonda verdiğimiz konserlerde ise dinleyici bilerek gelir. Sizi tercih etmiştir. Başına gelecekler konusunda az çok bir öngörüsü vardır. Bu seyirci iyidir. Sizden razıdır. Onlarla her şey güzel. Güzel olur. Biletli bir etkinlik yapıyorsanız, zaten sizi bildiği ya da merak ettiği için geliyor. En çok problem şirket geceleri, bayi toplantıları gibi yerlerde. Biz orada insanları memnun etmek gibi “fedakarlıklar” yapmıyoruz. Onların suyuna gidecek şekilde bir repertuar da oluşturmuyoruz. Dolayısıyla bazı insanlar memnun kalıyor, bazıları kalmıyor ama düğünler… Bak düğün farklıdır, orada düğün repertuarı çalarsın. Sting ya da Haluk Levent ile düğün yapamazsın. Düğünde en büyük gelinle damattır.  Düğünün kitlesi; onlarca düğün görmüş bir kitledir ve alışkanlıkları vardır. Dolayısıyla düğün adamı ezer, ona tabi olmak zorundasın. Biz, sahnedeki meseleyi seyircinin hoşuna gider, bu iş yapar üzerinden inşa etmiyoruz çünkü geçimimizi buradan sağlamıyoruz ama bunu illa yapacaksak olmasın diye çok para istiyoruz.

 

Fotoğrafta Metin Baltacı bir sandalyede oturuyor. Sol elinde bir tesbih var. İki elini yana açmış, "ne yapayım" der gibi bakıp gülümsüyor. Fotoğrafın sağında ise sokak görünüyor. İnsanlar sandalyelere oturmuşlar.

Sahneye bir çamaşır ipi geriyorsunuz ve mandallarla çamaşır asıyorsunuz. Böylece ortam sahiden bir mahalleye dönüşüyor. Hangi sokağı, hangi kültürü taşımak için sahneye bu şekilde çıkıyorsunuz?

O çamaşır meselesi benim kendi maceramla çok ilişkilidir. Mahallenin bittiği bir dönemde biz çocuk büyütmeye başladık. Biz çocukken mahalle vardı. Erik ağaçları vardı, duvardan atlayıp bir başka bahçeye geçerdik. Erik ağacından erik çalarken “Boyun devrilmesin, daha olmadı onlar!” diye seslenen  Nermin Teyzeler vardı. Mahalle eksilince servislerle okullara taşınan, portakal soyamayan, karpuz kesemeyen bir nesil çıktı ortaya. Mahalle hakikaten çok iyi bir okuldur. Sokağın abileri, ablaları; akşam eve dönen amcalarla şakalaşmalar, mahalle bakkalı vs bunların yarattığı bir okul, eğitim vardı. Akşam vakti kapı önünde çay demlenirdi, kadınlar oturur muhabbet ederdi. Bunların yarattığı sıcaklık, çekiştirmeler, dedikodular bile sevimliydi; hayat şakalaşmalarla falan yürürdü. Sokak henüz hain değildi.

Şimdi bu mahalle’nin göçüşüyle yitirdiğimiz  tamlık’ı,  müzisyenlerin sahnede yarı daire şeklinde oturuşuyla çamaşırlarla yeniden deniyoruz. Oyun tabii. Giden gitmiş. Dönmüyor. Bu düşünmelerin bir bayrağı olsa nasıl olurdu.. diye sordum kendime. Şalvar, don, atlet, çorap… Bu çamaşır meselesi bana “mahalle”yi çağrıştırıyor. Yeni Türkü’nün ilk albümü “Buğdayın Türküsü”nde de  "Kenar Mahallede Bir Pazar Günü" vardı:

“Çamaşırlar hışırdar avlularda, 
 Bayrakları gibi fukaralığın.”

Modernite ve hain şehirlerle de ilgili bir şey bu. Sabancı Center’da, iç çamaşırı göremezsin. İç çamaşırının görünmesi için mahalle lazım. Tarlabaşı’nda, Şirince’de, Gürçeşme’de, Gümüşpala’da, Çiğli’de görürsün. Sokak varken herkesin içi dışı ortaydı. Benim için o çamaşırların böyle bir anlamı var. Ben leğeni alırım, kemancı ipe çamaşır asar. Sahne bu. O sırada zurnacı çalmaya başlar, klarnetçi seyircilerin arasından çala çala kalkıp gelir. Böyle bir toplanma, sese gelme durumu var. Bizim için çamaşırların altında çalmak; bahçeyi, mahalleyi, erik ağaçlarını, yitip gitmiş o siyah-beyaz zamanları, mahalleyi sahneye çağırmaktan başka bir şey değil. İnsanın içiyle dışının aynı anda görünmesi... Ne güzel.

 

 

Peki neden Hafıza? Bu konseptte filmlerde seslendirilen ya da bir döneme damgasını vuran eserleri eski Türk filmlerinden görüntülerle izleyici önünde çalıyorsunuz. Hafızaya kazınanları başkalarına hatırlatmak neden önemli? Bu unutmayışlar, hafıza yoklamalar ne his uyandırıyor sizde?

Tüm bu mahalle, çamaşırlar, geleneğe yaslanma.. bunların hepsi bu mesele üzerinde yürüyor. Anahtar kelimesi “hafıza”. Hatta çevrilmiş hali “muhafaza”..  meselemiz bu, bunu korumak. Peki neden böyle bir derdimiz var? Hatırlayamayan ölür, hatıralayamayan. Demans ya da alzheimer gibi durumlarda en büyük trajedi nedir? Karşınızdaki formu tanıyorsunuz, o sizin anneanneniz.. sorun şu ki içinde o yok.

Şimdi cemiyete bak, cemiyet duruyor gibi, var gibi; ama içinde kendisi yok. Böyle bir problemle başladı. Niçin biz geleneğe yaslanan bir müzikle uğraşıyoruz da popüler müzikle uğraşmıyoruz? Açık: onun ömrü yok; nesine tutunacağız? Ses geçmişine olan bağın, ses’le kurduğun bağ, senin müzisyen olarak aidiyetini oluşturur. Aidiyet “yer”dir… “ev” yani. Evsiz olmaz. “Hafıza” konserlerimizde,sahnede, Türk sinemasının siyah beyaz görüntülerinde Ediz Hunlar, Önder Somerler, Cüneyt Arkınlar, Salih Güneyler, Aliye Ronalar, Hulusi Kentmenler, Cahit Irgatlar akarken biz onların altında alaturka doğaçlamalar çalıyoruz.

Hafıza konseptinde sahne şöyle başlıyor, birisi sunuyor: “Trockyablues Hafıza konserine hoş geldiniz. İyi dinlemeler” deyip çekiliyor sahneden. Sahnenin ortasında bir ışık yanıyor, yukarıdan. Sahnede bir bebek arabası var. İçinde bir bebek varmış gibi bebek ağlama sesi duyuluyor kayıttan. Seyircilerin arasından bir müzisyen kalkıyor, biberonla geliyor ve sütü verdikçe bebeğin sesi kesiliyor. O arada klarnet çalmaya başlıyor ardından, piyanist, zurnacı... Bu bebeğin hangi şarkılarda nerelerde ağlayacağı sesçiye söylenmiş durumda. Belli şarkıların içinde bebek ağlıyor ve ağladıkça bir müzisyen gidip onu sallıyor. Son şarkıya geçmeden önce benim seyirciye yaptığım bir konuşma var. “Büyük bir mazi var; bizim hatıralarımız. Hal dediğimiz ne ki? Bir saat önce başladı, şu an siz ona mazi diyorsunuz çünkü 1 saat’in sonuna geldik. Şimdi yeni bir hal’deyiz. Bir de istikbal var tabii, hani yirmi dakika önce mazi olan. İşte bakın bu bebek mazideydi, annesinde babasında hal’e geldi, müziğin bahçesine geldi. Birazdan müzik bitecek. Onun için bir gelecek var, şimdilik sizler ve bizler için de var. Ama o bizden daha fazla yaşayacak gibi görünüyor. Ve müzik sürecek. Ne iyi ettiniz hoş geldiniz.” diyorum. 

Bir vefa, yad etme söz konusu Trockyablues’da. Konserlerde hep solistlerin bilindiğini bestekarların bilinmediğini söylüyor ve seyirciye onları hatırlatıyorsunuz. Bu vefa duygusu nasıl çıktı sahneye?

Mesela Zeki Müren, sahnede şarkıya  başlamadan önce: “Şimdi büyük bestekar Şekip Ayhan Özışık’ın nihavend şarkısını söyleyeceğim size.” der de hemen arkasında müzisyenlerin arasında oturan ve birazdan kendi şarkısını çalacak olan  Şekip Ayhan Özışık orda öylece durur. Dönüp “Şekip Bey de aramızda..”  der mi? Demiyor.

Elimde tuttuğum bağlama, yaklaşık iki bin beş yüz yıllık hikayesi olan bir enstrüman. Kaç bin adam tuttu bunu. Bugün geldiği teknik gelişmişlik düzeyi, çalgının kendi macerası… düşünmek lazım. Melodiler sınırsız, sonsuz olasılık, sınırsız etki… Doğrudan sesin kendisini kutsamak, "iyi ki var" demek, o olmasa nereye sığınırdık diye düşünmek… Çok büyülü bir şey. Buna olan hürmet meselesinden başlıyor aslında her şey. Sonra da buna omuz veren o sihir erbabına, o masalcılara, çalıp söyleyenlere… Şöyle düşün: Önce renge sevgi duymak, ardından da bu renkten bize güzellikler yaratan/sunan ressamları görmek. Sesin kendisine hürmet etmek, bu sesle oynama cesareti göstermiş müzisyenlerin dünyasına selam etmek ve o gelenek içinde durduğumuzu fark etmek... Hikaye bunun üzerine kurulu.

Seyirciyi sahneye çıkarıyor, onlarla söylüyor, gerdan kırıyorsunuz. Bir konserinizde çocuklar da sahneye çıkıyor. Siz ise çocukların hep birlikte sahneye çıkıp şarkı söyledikleri bir anıya sahip olmaları için anne babalardan oluşan seyircilerle konuşuyorsunuz. İnsanlara ellerinizle anılar yaratıyorsunuz. Neden?

Şöyle uyduralım. Lüleburgaz’da 1956 yılında bir şey olur, sıra dışı bir şey olur ve o anlatıla anlatıla efsaneleşir. Mesela 1956 yılının sonbaharında Çınarlıpark’ta belediye bandosu vals çalmıştır, herkes kenarda durup dinlemiştir, kimse dans etmeye cesaret edememiştir ya da birbirine yanık olan Hayri ile Müzeyyen, bir cesaret kalkıp dans etmişlerdir. Hayri’yi babası haşlamış, Müzeyyen’i de annesi tokatlamıştır. Bak ahlaksızlara yani. Olacak şey mi? Hikaye aslında böyledir fakat üzerinden zaman geçtikçe o gün orada dans edemeyen 20 yaşındaki çocuklar 60 yaşlarına geldiklerinde sana durumu şöyle anlatırlar: “Eskiden kasabada her gece bando vals çalardı. Genç kızlar döpiyesleriyle gelirler, delikanlılarla eşleşip vals yaparlardı.” Aslında yok böyle bir şey. O gün o bandonun orada yaptığı şey o kasabaya yıllarca anlatamayacakları bir yalanı hediye etmekten başka ne ki. Ama bu öyle bir masal ki hep iyi bir şeyi taşıyor içinde; başlangıcında gerçek olmayan ama sonra hep gerçekleşmesi temenni edilen, anlatıldığında da  artık sevilen, hep inanılan  bir masal.. 1956 yılının sonbaharında o kasabanın rahmine bir “yalan” bırakıyorsun sonra bu hikaye kaç kuşak dolaşıyor şehrin damarlarında.. kan oluyor.. can oluyor.

Şimdi bu çocuklar niye önemli... Bu çocukları sahneye çıkarıyorsun ya onlar 30 sene sonra şöyle diyecekler kendi çocuklarına: “Bizim zamanımızda her gece halka açık etkinlikler olurdu, her gece çıkar dans ederdik”. Halbuki bir kere oldu, 1 kere. Bir yalanı/masalı zamana salacağız, o bizim intikamımızı alacak.

Siz olsanız bu röportajda kendinize ne sorardınız?

Bütün bunları neden yapıyorsunuz? (Gülüyor) Benim klasik sorum budur. Adanmışlıklar, hizmet aşkı, toplumsal sorumluluklar, erdemli şeyler,  büyük anlamlara gerek yok. Tam olarak şu: Kendimizi mutlu hissetmek istiyoruz. Tüm bunları kendimizi mutlu hissetmek için yapıyoruz. Kendimizi mutlu etmek için, kendimiz için yaptığımızdan en iyisini yapmaya çalışıyoruz.  Burdan seyircinin dinleyicinin payına güzel bir şey düşüyor. Onlar da böylece  iyi bir şey izliyor. Bunu sizin için yapıyor olsak kıçımızı yırtmazdık. Biraz cesur söyledim.. evet. Dünyası buradan olan insanlar, düşünce evreni böyle olan insanlar için biz çok iyi yol arkadaşıyız; çünkü onlara hiç “Bütün bunları sizin için yapıyoruz, biliyor musunuz? Hadi sevin bizi..” demiyoruz. Bütün bunları kendimiz için, birçok şeye rağmen bu sesleri çıkarmak istediğimiz için yapıyoruz. Bizi dinleyenlere izleyenlere yıllar sürecek bir yalan armağan edebiliyorsak daha ne olsun. Can sağlığı. Sanat “güzel” içindir, bundan ayrıca bir fayda da elde ediyorsak zararı yok. 

 

 

18 Mayıs’ta İzmir’de vereceğiniz konserle ilgili bir şey söylemek ister misiniz? Konsere kimler gelsin?

Her tür müzik dinleyicisi gelip bizi dinleyebilir. Davul zurnanın şefkati  -sosyal sınıflar/tabaka’dan azade- sünnetti düğündü çocukluktu.. bir yerlerden yakalayacaktır onları. Eğlenceli, hareketli birkaç saat kime iyi gelmez ki. Hüzün mü? O hep var: “Bir esmer hüzün.”