20 Haz 2019
Kardelen Uysal

Muzip Canavarların Yaratıcısı: Sadi Tekin

Sadi Tekin Ankara’da doğan, İzmir’de büyüyen bir illüstratör. 1994’te Marmara Üniversitesi GSF Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü’nde okumak için İstanbul’a taşınan Tekin, HBR Maymun dergisinde karikatürler çiziyor, tasarım ofislerinde, fabrikalarda tasarım yapıyor. Dergiciliğin ardından illüstrasyona başlıyor. 2012 senesinde New York’a taşınan Sadi Tekin, şu aralar kısa bir süreliğine İzmir’de.   

Leblebileri leblebilikten çıkarıp karakter haline getiriyor, New York sokaklarına dadanan dijital şaşkın, komik, muzip canavarlar yerleştiriyor. Sipsi adında kediler çiziyor, onları konuşturuyor. Peçeteleri, çocukluk pasaportunu çizim için kullanıyor. Bazen dutlardan boya yapıyor. Sürekli bir merak içinde araştırıyor, deniyor, yeni şeyler koyuyor ortaya. Ortaya koydukları ise insanın neşesini yerine getiren cinsten eserler. Kendisiyle buluşup çizim defterine dönüştürdüğü pasaportun hikayesini, sanatçıların kendi imzalarını ne zaman ve nasıl oluşturabileceklerini ve projelerini konuştuk.

Sadi Tekin’i Instagram ve Behance üzerinden takip edebilirsiniz. Keyifli okumalar.

Çocukluğunda aldığın pasaportu çizim defterine dönüştürdün. Neden pasaport? Hikayesi nedir?

 

Pasaportu 91 yılında çıkartmışız. O yıllarda anneannem ikinci eşiyle Amerika’da yaşıyordu. Ortaokul bittikten sonra annem kardeşimi ve beni alıp anneannemin yanına gitmeye niyetlendi. O yüzden hepimize pasaport çıkarttırdı. Vize görüşmesinde “Giderseniz dönmezsiniz.” diye bize güvenmeyip vize vermemişler. Zaten üç yıllık pasaporttu ve iptal edildi.  

Yıllar geçti ve geçen sene aralık ayında İzmir’e geldim. Her İzmir’e gelişimde evdeki eski kutuların içine bakarım. Bir baktım bu pasaport var kutunun içinde. Bir süredir çizdiğim binalar, gemiler, balıklar var. Bunlar, deniz ile kara hayatını birleştirdiğim çizimler. Kara hayatı; kök salmayı, yerleşik olmayı, kökler oluşturup salmayı ve lokalleşmeyi ifade ediyor. Gemi ise seyahat etmeyi, köksüz olmayı, sınırsız, ülkesiz olmayı, gezmeyi, dolaşmayı, bir yolculuk halini temsil ediyor. Bunların birleşiminden çıkan bir sergi projem var.   

Buraya gelmemin bir nedeni de çocukluğumun geçtiği mahalleyi, apartmanı görmek, zeytinliğimizi, çocukluğumdaki cılız badem ağacını vs. görmek. Tüm anılar üstüste geldi ve çok faydalı oldu. Pasaportun kağıdı da değerli kağıt; ilginç bir dokusu var ve oldukça güzel. Bir süre bakınca projenin bir parçası haline geliyor. Sen o sırada onu projeye dahil ettiğini anlamıyorsun. Pasaport aslında seyahata dair bir nesne fakat aynı zamanda gidemeyişe dair de bir anısı var. Yıllar sonra Amerika’dan dönüp buluyorum bu pasaportu. Bir de çocukluğumu ana karakter olarak kullandığım küçük kısa hikayeler yazıyordum. Bu sergideki bütün işler için aklımda bir hikaye yazmak var.   

 

Sanatın hep acılar ve fakirlik içinde icra edilmesi gerektiğine dair bir  kanı var ve sen buna katılmıyorsun. Senin üretiminde sanat nasıl kendine yol buluyor?

Bence bu çok büyük saçmalık. Sanatçının acı çekmesini bekleyenler, talep edenler ancak o sanatı, sanatçıyı sömürmek isteyen insanlar olabilir. Ben neden mutsuz olayım ya da kiramı ödeyip seyahatlere çıkamayayım? İnsanız ve bir sürü duyguyu yaşayabiliriz. Yeri geldiğinde sanatımda mutlu ya da mutsuz anılarımı kullanabilirim. Acı çekerken insan gerçeklikten de kopabiliyor ve işe konsantre olamadığı zamanlar olabiliyor. Yaşadığın şeyleri nasıl kullandığınla, hayata nasıl baktığınla ilgili bunlar. Ben tehlikeli buluyorum bu acı çekerek, sefalet içinde üretim yapan sanatçı imajını. Evet, Van Gogh hayatı boyunca acı çekmiş, hayattayken tek bir resim satabilmiş vs. böyle hayatlar var ama tersi örnekler de var. Sanatı acının beslediği fikrini anlamıyorum. Bende karşılığını bulmuyor o fikir ve dahası bu fikre öfkeliyim. Bırakın sanatçılar hayatlarını keyifle yaşasınlar. 

Monsters of New York projesinden bir görsel. İki çocuğun neşeyle oyun oynadığı bir havuzda dikdörtgen biçimli yeşil bir canavar da neşe içinde çocukların oyununa katılıyor.

Çizim yaptığın yerler ve nesneler ile ilgili de geniş bir yelpazen var. Peçeteler, leblebiler üzerine çiziyorsun. Yeri geliyor dutları boya olarak kullanıyorsun. Kullanabildiğin kadar çok metaryel ve yüzey seçiyorsun. Bunun sana kattığı deneyim nasıl bir deneyim? Bunlar arasında en sevdiklerin hangileri?

Üniversitede endüstriyel tasarım eğitimi aldım. Çocukluktan beri hafif mucit tarafım da var. Nasıl çalışır’a kafayı takmış vaziyetteyim biraz. Ürünler, markalar vs. arasındaki farkları görmek için sürekli yeni malzemeler alıp deniyorum. Hiç çıkmayacak boyayı bulma saplantım var mesela. Geçenlerde bir gün Karaburun tarafına gittik ve dut topladık, çok güzeldiler, iri iri. Çok fazla topladık ve bolca dut arttı. Toplarken dutların elime çok güzel bir renk verdiğini görünce kağıtta nasıl duracağını merak edip onu kullandım. Duttan boya yapma tekniğini öğrendim. Beyaz leblebi serisi de öyle çıktı biraz. Bir gün leblebi yerken elimdeki leblebinin burnu olduğunu gördüm. Başlangıçta basit suratlar yaparak başladım, ardından zaman ilerledikçe detaylandırdım. Leblebiler bu sefer leblebiliğini kaybettiler mi acaba diye düşündürtecek noktaya geldi. Bazen tesadüfen bazen deney yaparken ortaya bir şeyler çıkıyor.

Banka yatmış beyaz bir leblebi suratı görüyoruz. Sanatçı leblebiye saçlar, gözlük, bıyık çizmiş. Altında da yine çizilmiş bir beden görülüyor. İnsanlaştırılmış bir leblebi var karşımızda.

Monsters of New York projesinden bahseder misin? Humans of New York’la nasıl bir işbirliği yaptın?

Amerika’da, Noel zamanında insanlar etrafa ışıklı şişme İsa ve Noel Baba figürleri yerleştiriyorlar. Geceleri çok güzel gönen, neşeli görüntüler bunlar. Noel zamanı geçince o figürler kaldırılıyor. Bu şişme malzemeyi kullanarak geçici heykeller yapma fikri geldi aklıma ve bu canavarları yapmayı düşündüm. İnsanları korkutmayan canavarlar…  

Bir-iki fotoğraf çekip üzerine bir şeyler çizeyim dedim. Sohoda bir kahvecide otururken bir fotoğraf çekip üzerine canavar çizdim, bu ilk yaptıgım Monsters of New York çizimiydi. New York fotoğraflarının üzerine dijital canavar karakterler çizmeye başladım sonra onları çizip Instagram’a koydum. Ardından daha kişilikli, karakter haline gelebilecek canavarlar çizmeye koyuldum.  

Bir gün bir arkadaşımla konuşurken projenin Humans of New York ile uyuşabileceğini söyledi. Pek umutlu olmasam da Brandon Stantona yazdım. New York’un canavarları ile insanlarının güzel bir biçimde eşleşebileceğini söyledim, o da projeyi beğendi ve fotoğraflarını kullanmama izin verdi. Gay bir çiftin restoranıcamından bakarak yemek yedikleri bir fotoğrafa canavarımı koydum. Benim canavar da onların tabağından bir şey yürütüyor. Bunu yapıp koydum Facebook’a, o zaman yeni açmışım Monsters of New York sayfasını, Humans of New York’u da etiketledim. Ertesi sabah bir baktım, sayfa çıldırmış; takipçiler beğeniler havada uçuşuyor. Brandon Stanton benim yayınladığım görseli kendi sayfasından paylaşmış meğer. 

New York’ta kaldırımlarda hızlı ve ücretsiz internet veren kiosklar var. Orada şehrin sanatçılarının eserlerine yer veriliyor. Geçtiğimiz sene o kiosklarda Monsters of New York gösterildi. Ancak şu an başka projelere odaklandığım için ona biraz üvey evlat muamelesi yapıyorum son zamanlarda. 

Taksim meydanında biber gazından kaçan insanlar var. Etrafta yoğun bir gaz görüntüsü mevcut. Arkasını dönmüş kırmızı büyük bir canavar görüyoruz. Gaz onun poposundan çıkmış gibi gösterilmiş.

Monsters of New York ile çocukluğumuzda korktuğumuz canavarları günlük hayatın sevimli birer figürüne dönüştürdün. Neden canavarlar? Sende nasıl bir yeri var canavarların?

İnsan ve hayvan dışına çıktığın zaman zaten pek alternatif yok. Ejderha ya da dinozor çizmek istemezsen de geriye geniş bir canavar dünyası kalıyor.

Sipsi adlı projene ya da diğerlerine baktığımda aklıma çocukken edindiğimiz hayal arkadaşları geliyor. Çizdiklerin sana eşlik eden bir arkadaş görevi görüyor mu?

Sipsi de aslında Monsters of New York’un kedi versiyonu gibi başladı. Çocukken hep evde kedi vardı, ben evden ayrılana kadar oldu. Lokal olmak ve kök salmakla, gidememekle ilgili bir korkum var genel olarak. Kediyle de ilgili öyle bir durum var; seyahat ederken sürekli onu yanında taşıyamazsın. Öyle olunca kendi kedilerimi çizeyim, hayatıma biraz kedi katayım gibi bir durum oluştu. Kedileri özleyince çizmeye başladım. İlk çizimlerde daha minimalisttim. Kare bir kedi çiziyordum. Sipsi’nin yeni hali, biraz daha etli butlu, peluş oyuncak olabilecek bir karakter haline geldi. Bazen bir şey oluyor ve Sipsi’ye söyletmek istiyorum bunu. Bir yerden sonra o hayatında, damarlarında dolaşıyor ve kendiliğinden de kontrolün olmadan da ortaya çıkabiliyor. Bazen aklıma bir fikir geliyor ve bunu canavarlarla mı, leblebilerle mi, kedilerle mi daha iyi anlatabileceğimi düşünüyorum. Hep birlikte dolaşıyoruz gibi bir durum ortaya çıkıyor. (Gülüyor.)

“Ne yaparsanız yapın insanlar sizin yaptığınızı anlasın, bir imzanız olsun.” demişsin. İnsan nasıl kendi dilini, çizgisini oluşturur? İnsan kendi imzasını oluşturmaya ne zaman başlamalı?

Sanat eğitiminde taklit diye bir şey vardır. Önce araştırıp tarzını beğendiğin sanatçıları bulursun sonra neleri nasıl yaptığına bakıp tekrar edersin. Oğuz Aral’ın mizah dergisinde acemiler günü oluyordu. İşlerini götürüyordun ve eleştirileri dinliyordun. Orada da aynı şey söyleniyordu: “Bulun beğendiğiniz birini, taklit edin, nasıl yaptığını araştırın.” Bu bir teknik, öğrenme yoludur. Bir şeyde iyi olmanın yolu sıkı çalışmak, onu sık tekrar etmek. Çalıştığın zaman zaten kendi tarzını da buluyorsun. İlham da zaten çalışmakla geliyor. Çalışırken o olmak gerekiyor. Ne yapıyorsan o olmak gerekiyor. Pratik yaptıkça fikirler de geliyor. Sen, yaptığın işin bir parçası olacaksın.

Amerika’nın bana çok yaradığını söylüyorlar. Aslında ben burada yaşarken daha çok endüstriyel tasarıma ağırlık veriyordum, illüstrasyon severek yaptığım bir şeydi. Amerika’ya gidip de sıfırdan başlayınca hangisini yapmak istediğimi sordum kendime ve illüstrasyonu seçip ona yoğunlaştım. Vakit ayırdıkça hem teknik hem de fikirler gelişiyor. Baştaki taklit öğrenmeye ait. Özetlemek gerekirse; takliti bir noktada bırakıp kendi tarzını çalışarak bulabilirsin.

İzmir’de gerçekleşen Makul Baskı Şenliği’nde Kaan Bağcı ile nasıl buluştunuz?

İzmir benim son bıraktığım halinden bu yana sanat anlamında çok değişmiş. Yine de İstanbul’daki yoğunluk yok. Birileriyle ortak bir şeyler yapalım istiyorum. Affordable Art Fair düzenleniyor New York’ta. İzmir’de benzer bir şey yapmak istedim. Herkesin bir araya geldiği, herkesin işlerini aynı boyutlarda ve fiyatlarda ortaya koyduğu bir proje… Kaan’a teklif ettiğimde kabul etti. No:42 de konuya sıcak baktı. Daha farklı projeler yapmak için bu bir deney gibiydi aslında biraz. Diğer illerden de benzer projeler için ilgi gösteren insanlar oldu. Daha büyüterek, daha kalabalık bir etkinlik haline getirmek istiyorum bunu. Sanatçıların orijinal işlerini bir mahalleye dağıtmak gibi bir projem de var mesela. Sanat eserlerini dükkanlara dağıttığı, kişilerin harita üzerinden işleri ve mekanları bulabileceği bir proje hayal ediyorum.