02 Haz 2018
Kardelen Uysal

Yankılar

"Yankılar" iki videonun birlikte yerleştirilmesinden oluşan, benzer sorular üzerinden şekillenmiş bir sergi. Senem Gökçe Oğultekin ve Levent Duran’ın Dun (Ev) isimli video yerleştirmesi, insan olmanın duyusal ve bedensel yanına vurgu yapıyor. Farklılıkların ötesine geçilerek bir özde buluşulabilir mi sorusuna yanıt arıyor. Fransız sanatçı Isabelle Vicherat’ın Rüzgar Nasıl İsterse adlı çalışması ise ortak dil olarak dilekleri seçiyor. Bu yolla, komşu iki ülkenin arasındaki dileklerin güzelliğinin büyüsüne ışık tutuyor.  Yankılar’ı K2 Güncel Sanat Merkezi’nde, 1-15 Haziran tarihleri arasında ziyaret edebilirsiniz. Ayrıca bu değerli üç sanatçıya sanata ve hayata dair merak ettiklerimizi sorduk. Sergiye gitmeden önce veya sergiyi ziyaret ettikten sonra mutlaka okumanızı tavsiye ederiz. 

 

 

  

Filmde görme duyusunun hafifletilip diğer duyulara alan açıldığında milliyet, ırk, ideoloji gibi kavramların ötesindeki bedenin var oluşuna odaklanılıyor. Buradan yola çıkarak sormak istiyorum. Kimlik dediğimiz sizce nedir? Onu belirleyen etmenler nelerdir? 

Gökçe: Bence biz dünyaya geldiğimiz zaman sadece beden olarak geliyoruz aslında. Dünya ile sınırları olmayan bir varoluşa sahip oluyoruz. Zamanla kendi benliğimizi, imajımızı, aynadaki yansımamızı fark etmeye başladığımızda toplumsal bir kimlik oluşturuyoruz. Genelde annemiz babamız ve toplum tarafından nasıl sevildiğimiz, beğenildiğimizle ilgili olarak yapay kimlikler inşa ediyoruz. Çoğunlukla bu durum hislerimize tamamen tezat kalıyor ve aramızda  ciddi sınırlar, duvarlar koyan, bizi kendi varoluşumuzdan, özgür alanımızdan  uzaklaştıran bir varoluşa denk düşüyor aslında.  

Levent: Ben de çok kabaca kimliğin ya bireysel ve gerçek ya da başka şeylerden aktarılmış ve yapay bir şekilde ortaya çıktığını düşünüyorum. Lisedeyken arkadaşlarımın çoğu Pink Floyd dinliyordu. Ben de bu insanların milliyetçi olmayacağını, bunun mümkün olmadığını düşünüyordum.  Kendi jenerasyonumdan umutluydum çünkü biz biraz daha uluslararası hislerle büyüdük. Aslında yaşlar ilerledikçe kendi kimliğine, bireysel kimliğine yaklaşamayanların o yapay kimliklere daha çok yapıştığını fark ettim. Maalesef yine yüksek oranlarda eski üretilmiş o yapay kimlikler yapıştı insanların üzerine. Üst sınıfların ürettiği kimlikler genelde yapay oluyor çünkü onlar gerçek bireylerden korkuyorlar.  

 

 

 

Bunların ötesine geçip olası temsiliyete kendimizi bırakmamızın yolu nedir kimlikle, varoluşla ilgili? Sanat bu yollardan biri midir? Başka yollar var mıdır? 

Gökçe: Sanat kesinlikle bunun yollarından birisi. Bir şeye başka türlü bakma ve başka bir algı yaratma alanı aslında. Filmde yapmak istediğimiz şey biraz da bununla alakalı. Birbirimizi daha çok duyular üzerinden, bedensel olarak algıladığımız bir alan yaratmak…  

Durumlara başka bir açıdan bakmamızı provoke eden bir şey sanat. Alışık olduğumuz konfor alanlarımızdan bizi çıkaran bir kavram. Öyle olduğu ölçüde, kendimiz de izleyici olarak o alana sahip çıktığımız ölçüde bize alan açıyor. 

Levent: Ben bu temsiliyet denen şeyin dünyadaki en tehlikeli şeylerden biri olduğunu düşünüyorum. İnsanların kolay bir biçimde parçası olmadıkları şeyler uğruna birbirlerini öldürebilmelerinin, kendi hayatlarını ortaya koyabilmelerinin nedeni aslında bu yapay temsiliyetler. Herhangi bir biçimde gerçek bir hayat yaşamaya başlayan kişilerin –ki sanat bunun yollarından biri- o temsiliyet tuzaklarından çıkacaklarına inanıyorum. Bunun yollarından biri sevgi olabilir, sanat da bunun bir parçası, şifacılık bile olabilir veya herhangi bir şekilde herhangi bir şeye duyulan aşk… Ama gerçek şeylere duyulan aşktan bahsediyorum. Bu tip aşk ve sevgi tiplerinin iyileştirici olduğuna, temsiliyetten kurtaracağına inanıyorum. 

 


 

Bana kendi yuva kavramınızdan bahseder misiniz? Sizin için yuva nedir, neresidir? 

Gökçe: Çok katmanlı bir soru bu, çok farklı cevaplar verilebilir zannedersem. Bir şekilde bu dünyaya geliyoruz ve ilk başta çok temiz, çok masum bir halde geldiğimizi düşünüyorum. Sonra dışarıdan bir dolu bilgiye, şekillendirmeye, manipülasyona maruz kalıyoruz. Belli bir farkındalığa eriştikten sonra bu bütün maruz kaldığımız, üzerimize yapışan katmanları, kimlikleri soyunur gibi üzerimizden çıkarıyoruz. Ayrıştığımız yerden çıkıp, dünyayla daha bütünleştiğimiz bir yer bence yuva en genel anlamında. Yani tekrar kendimizi bulduğumuz, kendi özümüze döndüğümüz bir yer. 

Bir anne olarak da cevap vermek istiyorum. Kızım Alice’te bunu çok gözlemliyorum. Kendi tercihleriyle geldi aslında. Bizim onu eğitmemizden ya da ona olan etkimizden öte bir varlık olarak geldi, bir özü var. Hem coğrafi anlamda bir yuvası var hem de daha küçük bir coğrafi anlamda biz varız. Benim kollarım ya da Levent’in kolları, anneannesinin öpücükleri belki onun yuvası. Bunun ötesinde, ben hepimizin içimizde bir yuva taşıdığını ve aslında bu yuvanın da hepimizde aynı yere denk düştüğünü düşünüyorum. Düşündüğümüzden çok daha fazla benzeşiyoruz ve benzeştiğimiz yerden baktığımızda gündelik hayata dair küçük hesapların ne kadar saçma olduğunu görebildiğimiz bir yer aslında yuva.  

Levent: Benim için yuva bir tat. Uzun yıllar boyunca kendimi vatanımda, evimde hissedeceğim bir yer olacağı sanrısıyla yolculuklar ettim. “Aa burası da değil, şurası da değil” diye düşündükten sonra bir müzik festivalinin sloganında istediğim hissi yakaladım: ‘Evimiz Dünya’ diye bir slogandı ve yavaş yavaş onu anlamaya başladım. Benim için yuva sınırları olan coğrafi bir kavram değil. Sevdiğim bir meyvenin tadı, aşık olduğum kişinin yanı, sevdiğim yazarın kitabı veya dinlediğim bir şarkı… Sevdiğim şeylerin hepsi yuva. Böyle düşününce gerçekten de “ah buldum galiba” hissine kapıldım.  

 
 

 

Isabelle Vicherat’a sorduğum sorular ve yanıtları da bundan sonra okuyabilirsiniz. 

Çalışmanı izlediğimde “keşke kendimi daha iyi tanısaydım” diye bir cümle duydum. Senin kendini daha iyi tanımak için yöntemlerin varsa benimle paylaşır mısın? 

İlk soruya ilişkin olarak yöntemler sıralamayı deneyebilirim fakat öncelikle dileklerin bana ait olmadığının altını çizmek istiyorum. Belki de o dileklerin sahiplerine  sorulmalı bu soru. Benim ne yazık ki onların dileklerini gerçekleştirebilmek gibi bir yeteneğim yok fakat bir sanatçı olarak kendini başkalarına açmanın genellikle insanın kendisini daha iyi tanımasına yardımcı olduğunu söyleyebilirim. Dışarıya açılmak, aynı zamanda kendimizi bizi çevreleyen duygulara da açmak demek.  

 

Sence doğanın kendisi insanların çizdiği sınırlardan etkileniyor mu? Etkileniyorsa nasıl etkileniyor sence? 

"Doğa, insanların çizdiği sınırlardan etkileniyor mu..." Ben daha çok insanlığın doğaya yönelik hiçbir sınır çizmediği izlenimindeyim. İnsanlık genel olarak doğayı tüketme, yok etme eğiliminde.  Daha çok doğa bu duruma, insanlara uyum sağlamanın bir yolunu buluyor. Halbuki böyle olmaması gerektiğini düşünüyorum. İnsanlığa ayak uydurmaya çabalamak doğanın sorunu olmamalı. Aksine, doğanın bize çok şey öğretebilecek derin bir bilgelik taşıdığına inanıyorum. İnsanlık doğadan kopma eğiliminde fakat doğayı incelediğimizde sıklıkla değerli öğütlerle karşılaşabileceğimizi söyleyebilirim. 

 

 

 

Dilek ortak, kolektif bir dil. Sence başka hangi kavramlar ortak insanlık için? Mesela düşler, dilekler, arzular? 

Evet, dileklerin bütün insanlık olarak ortak paylaştığımız bir şey olduğu kesin, -bence daha çok arzuları paylaşiyoruz-.  Hepimizin paylaştığı şey özlemlerimizin, dileklerimizin, hayallerimizin oluşu ve bir yandan tüm bunları sınırlayan gerçekliğin varlığı ve tüm bunlarla beraber üretmek durumunda oluşumuz. Her nerede olursak olalım hayatı hayat kılan bu bence biraz. (Gülüşmeler). 

 

Ağaçları kullanmak şahane bir fikir. Nasıl geldi aklına? 

Bana benim fikrimmiş gibi gelmiyor çünkü aslında ben zaten Ermenistan'da ve Türkiye'de var olan bir gelenekten alıntı yaptım. Çok eski bir pagan geleneği aynı zamanda. Dolaşırken üzerinde mendiller olan bir ağaç keşfettim ve sonra hemen bu gelenekle alakalı olduğunu anladım. Bu fikir böyle geldi aklıma, basit bir şekilde sadece o ağacı, üzerinde tüm insanların özlemlerini taşıyan doğaya ait o objeyi keşfederek… Bu beni çok etkiledi. 

 

J'ai entendu une phrase comme : ''J'aimerais bien mieux me connaître.'' Tu voudrais les partager avec moi, si tu as des astuces pour mieux te connaître ? Je sais qu'il s'agit d'un thème difficile.

Pour la première question, je peux m’aventurer à donner des astuces mais je voulais juste préciser que les vœux ne sont pas de moi. Donc il faudrait peut-être demander à la personne qui a fait ce vœu. Moi je ne suis pas censée avoir le pouvoir de réaliser leurs vœux malheureusement mais peut- être qu’en tant qu’artiste je peux dire que de s’ouvrir aux autres ça permet souvent de mieux se connaître. S’ouvrir aux autres, s’ouvrir aussi aux ressentis de ce qui nous entoure.

 

Penses-tu que les limites que pose l'humain influencent la nature ? Si oui, comment, de quelle(s) manière(s)?

Ensuite pour la deuxième question : ‘’Est-ce que les limites que pose l’humain influencent la nature…’’ Personnellement, j’ai plutôt l’impression que l’homme ne pose aucune limite par rapport à la nature et qu’il a souvent tendance à la détruire et à l’épuiser, après celle-ci trouve un moyen des’adapter mais je ne pense pas que ce soit à la nature de s’adapter à l’homme. Je pense même que dans la nature il y a une grande sagesse qui peut nous apprendre beaucoup justement et que l’homme a tendance à se déconnecter de la nature alors qu’en observant cette nature on peut souvent trouver de précieux conseils je dirais pour soi en tant qu’humain.

 

Faire un voeu c'est une langue commune, collective. A ton avis quel(s) autres concept(s) partage l'humanité que l'on pourrait appeler comme tel ? Les rêves, les désirs, les fantasmes ?

Pour la troisième question : Oui, effectivement c’est sûr que les vœux c’est quelque chose qu’on partage tous en tant qu’humains, -pour moi on partage plutôt des désirs- ce qu’on va partager tous ensemble c’est le fait que l’on ait des aspirations, des vœux, des rêves et que l’on ait aussi des réalités qui limitent toutes ces choses-là, et que l’on soit toujours emmené à composer avec ça. C’est un peu ce qui fait la vie je trouve où qu’on soit (rires).

 

 Se servir des arbres est une idée magnifique. Comment tu y as pensé ?

Et ensuite pour l’idée des arbres, je n’ai pas l’impression que c’est mon idée parce qu’en fait j’ai juste repris une tradition qui est déjà existante en Arménie et en Turquie et qui est une très vieille tradition païenne. C’est en découvrant cette tradition … En me baladant, j’ai découvert un arbre avec des mouchoirs, j’ai compris qu’il s’agissait de cette tradition-là. C’est comme ça que l’idée m’est venue, c’était d’avoir justement cet arbre, cet objet de la nature sur lequel s’inscrit toutes les aspirations des gens, cela m’a beaucoup touché, voilà.