28 Ağu 2016
Nihat Demirkol

Yeşil Zeytinin Son İsteği

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Olea Sativa hakkındaki hüküm açıklandığında, birbirine girdi salon. Flaşlar ardı ardına patlarken, homurtular giderek yükseliyordu. Kamuoyunu aylardır meşgul eden bu önemli davanın sonunda, sanığın “kökü kurutularak” ölüme mahkûm edildiğini duyanlar, gözyaşlarına mani olamadılar. Oysa daha dakikalar önce, çok başarılı bir savunma yapmıştı. Çok etkileyici şeyler söylemişti. Herkesin kulaklarında bir daha yankılandı “zeytin”in söyledikleri…
 
Meydan okur gibiydi…
 
“Tarihe damgasını vurmuş bitkilerin başında gelir zeytin “ diye başladı söze. “Sofraya gelene kadar her zevkin ve tercihin nazına oynadığım yetmedi mi?” diye sordu ardından.  Sesini zaman zaman yükseltiyor, mahkeme heyetinin üstüne üstüne gidiyor, adetâ hesap soruyordu. Zaman zaman da insâfa davet eder gibi bir edâyla, tümüyle yumuşatıyordu cümlelerini:  “Kâh iğneyle deldiler kâh taşla ezdiler beni bu salona getirilene kadar. Tuzlu sularda beklettiler bazen ağırlıkların altında buruşturdular yüzümü bazen de türlü baharatların tütsülediği lezzetlerle harmanladılar… Ama bana bunları yapan “insan”lardan bile, burada gördüğüm zulmü ve haksızlığı görmedim… Siz beni, açıkca ‘öteki’leştirdiniz ! Onlar, hiç değilse, Ege’de, ‘zeytinyağlı’ denilen damak çeşnisini, benim sayemde yarattıklarını biliyorlar. ‘Gurmeler’in ‘şâheser’ dedikleri arasında, koskoca bir mutfağa benim adımı verdiklerini inkâr edebilir misiniz?” dedi ve soluklandı biraz.
 
Salonda çıt çıkmıyordu.
 

 
“Bir gün, daha olmadan topladılar beni… Acılığımı gidermek için, bir süre kireç suyunda dinlendirdiler. Sonra da tat vermek üzere, ‘limon ve rezene katılmış salamura’ içinde muhafaza edip, ‘yeşil zeytin’i yaratmayı başardı meraklısı… İşte ikisi de burada, salondalar; kendilerine sorun !  Kiminle tanıştıysam etkiledim onu. Kiminle ahbap olduysam, dünya görüşünü bir nebze olsun değiştirdim; bunu ıskalayamazsınız ! Açtığım çığırı görmezden gelemezsiniz ! Varlığıma kayıtsız kalamazsınız !  Aksine, bu farkındalığa sahip çıkmaya, nihayet bana baktığınızda, çatalın ucunda, ‘sıradan’ bir renkten fazlasını görmeye davet ediyorum sizleri…”
 
Salonda küçük bir tur attıktan sonra, tekrar mahkeme heyetine döndü; daha yumuşaktı:
 
“Toplumda, yaşama sevincini ve pozitif düşünceyi, bir zeytin tanesinin iddiasız varlığıyla bağdaştırabilenler, hiçbir zaman çoğunlukta olamadı; biliyorum... Onların ‘can kulağı’ kadar ‘gönül gözü’ de kapalıydı; tanık oldum bunlara… Hiçbiri 'dinlemenin ötesine geçebilmeyi, yani duymayı’ becerebilenlerden değildi. ‘Baktılar’ sadece, hiç ‘göremediler’ onu da biliyorum. Ama bütün bunlara rağmen, bu davanın açılması, benim ve bazılarının yaşama biçimini sorgulamak anlamına gelir ki,  beni, tercihlerim yüzünden yargılamaya hakkınız olmadığını düşünüyorum…”
 
Homurdananlar artıyordu…
 
Mahkeme salonundaki dalgalanma, oraya dikilmiş “Fasulye”den jandarmaları da hareketlendirdi. Zira dinleyicilerin protestosu pek sık yaşanan bir durum değildi; hele böyle yoğun bir şekilde… “Salonu boşaltın” tâlimatını bekler gibiydiler.
 
“Balkabakları” arasından seçilmiş hâkimler, “şimdi ne olacak ?” der gibi bir an göz göze geldi. Ağır Ceza Reisi bir “Şalgam”dı ve her daim kıpkırmızı olan yüzünden duygularını anlamak mümkün olmuyordu. Kontrolünü kaybetmemeye çalışarak, “Oturun, oturun, sessiz olun” demeyi denedi birkaç kere. Yerlerinden de kalkamıyorlardı. Çıkıp gitseler, ortalık durulur muydu acaba ? İddia makamında oturan “Hıyar” da ne yapacağını şaşırmıştı. Sağa sola bakınırken yüz ifadesi, “bu kadar ağır bir kararı, ben bile beklemiyordum” rengindeydi…
 
Duruşmayı izleyenlerin heyecanı bir türlü yatışmıyordu...
 
“Yapraklı dalı, barışın simgesi sayıldı tarih boyunca; haksızlık ediyorsunuz!” diye bir ses yükseldi ön sıradan. Herkes, başını “Kereviz”in isyan bayrağını açtığı tarafa çevirmişti ki, bu sefer de “Patlıcan” karıştı söze: “Sadece yaprağından nice ilaçlar üretildi; ayıptır beyler! Bu soylu aileyi onurlandırmak için, ona “Olea Sativa” adını verdiler. Söylencelerde, bitkilerin dilinden anlayan ve ölümsüzlüğün ilacını  arayan Lokman Hekim’in ‘kaybolan reçetesi’yle can buldu; tanelerinden çıkarılan yağın gizemi böylece yaşatıldı. Nuh Peygamber, tufanın bittiğini nasıl anladı sanıyorsunuz?  Güvercinin ayağındaki çamursa, ağzındaki de zeytin dalıydı…”


 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Kim olduğu anlaşılamayan bir başkası, arka sıralardan sesini duyurmaya çalışıyordu: “Zeytin yaşamın ta kendisidir; ümittir, başlangıçtır… Ne demek, ‘kökünün kurutulmasına?’   Sebep?  Yok, alkole düşkünlüğü… Yok, ‘yaşama biçimi gençlerin ve çocukların fiziksel, zihinsel ve ahlakî gelişimini zedeleyecek türden çağrışımları teşvik ettiği’nden, falân, filân… Bu nasıl uyduruk bir gerekçe?  Zırva bunların hepsi!”
 
“Kıymetini anlamadılar; aslında estetiği yok etmeye çalışıyorlar” diye dürttü “Nane” yanındakini. “Benim de, limonata ile gayrımeşru bir ilişkim olduğuna takmışlardı zamanında“ diye devam etti; “bu mu ileri demokrasi, bu mu özgürlük?” “Domates”, Naneyi doğrular gibi dert yandı: “Vallahi biz de aylardır gizli gizli buluşuyoruz Votka’yla… Korkarım, pek yakında ‘Bloody Mary’ de tarih olacak. Gözü hepten dönmüş bunların…” Hemen arkalarında oturan gazetecilerden biri, meslektaşlarını atlatmak için notlarına ekledi ön sırada konuşulanları. Bu arada mahkeme heyeti salondan ayrıldı ve Fasulyeler de dışarı çıkartmaya başladılar içerdekileri…
 
Bağırıp çağırmalar, bir süre sokaklarda da devam etti…
 
Bar taburesindeki adam, elindeki gazeteye şöyle bir göz gezdirdikten sonra, gelişigüzel katladı ve bıraktı yan tarafa… “Bir martini kokteyl lütfen“ dedi. Barmen, başıyla anladığını belli ettikten sonra, başladı geleneksel reçeteyi hazırlamaya. 3/4 ölçek “Dry Vermut” ve 1 ½ ölçek “Dry Cin”i, birkaç parça buzla buluşturdu önce. Yeterince çalkaladıktan sonra da, kokteyl karıştırma kabının içindekini, bildik ve sevimli kadehine boşalttı…

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Siparişin sahibi tedirgindi biraz. “Haberi gördün mü?” dedi.  “Dün sabaha karşı kökünü kurutmuşlar zeytinin. Gitti göz göre göre, hiç bir şey yapamadık. Karar infaz edilmiş bile… Sözde ölümsüzdü hani ? Azra Erhat, Şadan Gökovalı öyle demiyor muydu ? Yokluğuyla beraber, ağzımızın tadı da bir miktar eksilecek. Yeşil zeytinsiz martini mi olur yahu ?” Cevabındaki teslimiyeti yansıtmayan bir tebessüm vardı yüzünde; “Olmaz tabii” dedi barmen, “mermisiz tüfek gibi bir şey, söylediğiniz…” Kadehin kenarına beyazı bulunmayan limon kabuğunu iliştirirken, göz ucuyla şöyle bir sağa sola baktı. Tezgâhın altına eğildi. Usulca bir “yeşil zeytin” bırakıverdi kadehin içine ve fısıldayarak,  “son şanslı sizsiniz…” dedi.  Müşteri hayretini gizleyemedi.  “Nereden buldun  bunu ?  Peki gazetedeki haber…” derken, barmen sözünü kesti: “Barmenler, sıradan yazgıları ‘sıradışı ve beklenmeyen’e çevirmekle ünlüdürler; afiyet olsun !”
Birkaç yudumdan sonra…
 
“Peki, neden tek zeytin konur kadehe? Şunun aslını anlatsana bana” diye üsteledi adam; “hep merak etmişimdir…” Barmen şöyle karşılık verdi: “Bu sorunun yanıtı, ‘her bir tanenin, kendi doğası içinde benzersiz ve biricik olması mucizesi’nde gizlidir. Dışarıdan baktığınızda, aynı görünen ‘benzer’ler arasında öyleleri vardır ki, onlar kendini toplumun aydınlanmasına adamıştır. Aslında dogmalara tek başına kafa tutabilen, açıktan açığa direnen kahramanlardır onlar. Yeşil zeytini de, işte bu yüzden hiç sevmediler. Ondan yok ettiler zaten…”
 
Açıklamadan çok etkilendiğini, başını sallayarak belli etti müşteri…
 
İçkisini yudumlayan adam, az önce yandaki taburenin üzerine bıraktığı gazetenin, bir gün sonraki manşetini henüz bilmiyordu. Ertesi sabah herkesle beraber öğrendi gelişmeleri: “Yeşil zeytin’in son isteğini açıklıyoruz” diyordu gazete;  “-son dakikalarımı bir martini kadehinde geçirmek istiyorum- dediği öğrenildi...” Sözde, önce kabul görmemişti isteği. Araya bazı hatırlı kimselerin girdiği söyleniyordu. “Ne yaşarken bir zeytin tanesi kadar olabildiniz, ne de ölürken olabileceksiniz… ‘Özgürlüğün, son isteği’nden bile korkuyorsunuz…” diye ağır konuşmuşlardı biraz… Haberin son cümlesinde, sanki bir kara mizah vurgusu vardı: “Sonunda uyuşmazlığın tatlıya bağlandığı, isteğinin  kabul edildiği ve büyük otellerden birine nakledildiği söyleniyor.  Akıbeti bilinmiyor…”
 
Gazete, “yayın yasağına takılmadan yazabileceği” her şeyi yazmıştı…
 
“Bak seeen” diyerek, elinin tersiyle şöyle bir vurdu gazeteye… Keyifle karışık, ama hayret dolu bir ruh haliyle söylendi: “Demek ki dün…” ; “demek ki, o son şanslı kişi… İşe bak sen…” Ön sayfadan spor sayfasına atladı ve anında düştü suratı: “Hadi be, en az 1 metre ofsayttı… Hakeme dua edin siz” diye gürledi… Gazeteyi, hırsını sayfalardan alır gibi fırlatırken koltuğun üstüne, matemin öyle çok da uzun sürmeyeceğini ilân ediyordu sanki... Zeytin bir kahramandı elbette. Ama, ölenle de ölünmezdi. Devam ediyordu hayat !
 
Oysa gazeteyi bırakacağına, birkaç sayfa daha çevirseydi, ünlü bir köşe yazarının, makalesinde şunları yazdığını da okuyacaktı:

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
“Hemşehrimiz İzmirli Homeros, bir gün Ege Kıyılarını gezerken yorulup bir zeytin ağacının gölgesine oturmuş… Zeytin ağacı hemen tanımış Homeros’u ve şöyle fısıldamış kulağına: “Herkese aitim ve kimseye ait değilim; sen gelmeden önce buradaydım ve sen gittikten sonra da burada olacağım…”